16 Ağustos 2010

tren-yol'dur

Kayseri-Elazığ-Diyarbakır



"Ben bunu kabul edemem ki Zeki.."


"Alırsan çok mutlu olurum.. Çantamdan ilaçlarımı alacaktım, abla, bunu gördüm, sana vermek istedim"


"İyi de, hiç mi düşünmedin? Yani.. Bu çok değerli."


Az tereddütle, biraz merakla hediyesini kabul ettim, artık elimde Voigtländer Prontor 300s vardı..


“O halde bana teşekkür etmeyi öğret”


“Spas”


“Çok?”


“Gellek, gellek spas..”


“Gellek spas Zeki..”



Gün daha batmamışken, Günebakanların fotoğrafını çekmek için vagon arasına çıkmamla tanıştım Zeki ve arkadaşlarıyla. Zeki fotoğrafa ilgili. Bir üzerimdeki tişörtteki fotoğraf makinelerine bakıyor bir elimdeki makineye. “Benim de var, küçük ama böyle değil, annem tarlada çalışırken çekiyorum fotoğrafını, babamı, kardeşlerimi.. Sonra onlara gösterince çektiklerimi, mutlu oluyorlar, ben de mutlu oluyorum.” diyor.



Hiç düşünmemiş Zeki hediyeyi bana vermek için. Çantamda gördüm ve sana getirdim diyor. Ayrılırken ne bir telefon numarası istedi ne de internet iletişimi. Öylesineydi Zeki, trende rastladığı bir insana, hiç düşünmeden değerli bir hediye edebilecek kadar koca yürekli, bir daha görüşmeyi istemeyecek kadar da bağımsız. Utandım.. Yolculuk yaptığım vakitlerde tanıştığım insanlardan aldığım numaraları hiçbir zaman aramadığım için, aranmadığım için.. Küçücük bir neden bulup, belki, bir işimiz düşer haddinde gelişen bu olaylardan sonra Zeki’nin saflığını bilip utandım.



Ve sonra istedim, istiyorum, hep bağlanmadan yolculuk yapmayı. Karşılıksız, nedensiz, Zeki gibi, öylesine..