16 Ağustos 2010

Mardin



Kapından içeri girince, meydanbaşında, evimde gibi hissettim yeniden, 15 ay sonra.. Seni ilk gördüğümdeki gibi, hala çok güzelsin, tenin toprak rengi, hiç değişmemiş. Özlemişim, sen de özledin, belli, seninle kaldığım dört gün boyunca vakti hep ağır ağır geçirdin.



Gabriel’in taş evi, Süryani şarabı, -ah burda sen de olsaydın-dedirten şarkılar, Deyrulzafaran, Mor Gabriel, Dara, Nusaybin, Midyat, rehber Apo, telkari, bizim antikacı( üç kez gittik ama takılara bakmaktan ismini hatırlamıyoruz), Suphi ustanın atölyesi, Nasra teyzenin evi, çaybahçesi, Leylan, Seyr-i Mardin, Seyr-i Mardin’de kurulan hayaller, eski ptt ve Zinciriye’deki rehber çocuklar ve çektikleri fotoğraflar, bakırcılar, Ehl-i keyf, abbaralar, Çatom, yazma.. Hepsinin ayrı ayrı hikayesi var, yaşadığım, sakladığım, kendimi özel hissettiren.



Yek'ten Bist'e sayacak kadar geçtin Mardin. Toprağa değen ölü tenlerin toz olduğunu, taşla kapatılan bedenlerin bozulmadığını sende bildim. Taş ve Toprak'a olan hasretlerimi yeniden çözmeyi istedim.